Sokrate’ten Aşık Veysel’e

Özel durumum nedeni ile yavaş, hatta ağır okudum diyebilirim. Kitabın bir özelliği vardı; dokuz kişinin emeği ile ortaya çıkan bir çalışmayı takımdan biri, H. Emre Bağcı derleyip toplayıp kitap haline getirmiş. Böyle parçaları bütünleştiren kitap inşa ustalarına “editör”, yaptığı işe de “edit” diyorlar. Dokuz adam insan, toplanmışlar içlerinden birinin kılavuzluğunda, gerçek anlamda bir yapılandırmacı yaklaşımla “İnsan Toplum ve Yönetim Üstüne” sözü olan dokuz yol gösterici insanı anlayacağımız (7 den 70 e herkesin zevkle okuyacağı) düzeyde bize sunmuşlar. Teşekkürler Bağce, Dede, Ertuğrul, Katıtaş, Özer, Akgün, Özçalçı, Narin ve Ünlü’ye

Kitabın kolay izlenmesi ve anlaşılması için özet bir çizelge yapmak istedim. İncelenen yetkin kişiyi kısaca tanıtmak, daha doğrusu anımsatmak, izleyerek o kişiyi inceleyen yazarın ağzından kişinin görüşlerini iletmeye çalışacağım.

SOKRATES  (M.Ö. 470 –  399 Atina). Heykeltıraş Sophroniskos’un ve ebe Fenarete’nin oğlu olan Sokrates, Antik Yunanfilozofudur. Yunan Felsefesinin kurucularındandır.

 Özel yaşamına ilişkin fazla bir şey bilinmemekle beraber Sokrates, Platon ve Ksenophon’un çizdiği portreye göre basık burunlu, patlak gözlü, sarkık dudaklı ve göbeklidir. Alçakgönüllü, alışkanlıkları ve felsefeden başka bir uğraşı olmadığı bilinen Sokrates, başta öğrencisi Platon olmak üzere Yunan gençleri üzerinde giderek kendisini taklit etmeye varan derecede yükselen bir etki yaratır. O’nun gibi yalın ayak yürürler. Ahlak felsefesinin kurucusu olarak kabul edilen Sokrates’in yaşamının en belirgin olaylarından biri M.Ö. 399 yılında hakkında açılan davadır. Platon’un Sokrates’in Savunması adlı eserinde anlattığı kadarıyla Sokrates, şehrin tanrılarına inanmamak onların yerine başka tanrılar koymak ve böylece gençliği zehirlemekle suçlanır. Sokrates bu suçlamalar sonucunda ölüme mahkûm edilir.

BİR DOSTU UĞURLARKEN (Kadir DEDE)

… Atina’nın gençlerini yozlaştırdığı ve herkesin inandığı tanrıları inkâr ettiği gerekçesiyle O’nu idama mahkûm ediyorlardı. Eğer ruh da kendini karanlıkların eline teslim etmeye başlamış; özünü, kökünü, temelini unutmuşsa, bir kent (polis)kendini kutsal yapan değerleri kaybetme yoluna girmiş ise onun ruhunu eski haline getirmeye çalışanları, yozlaştırıcı ve inançları inkar edici etiketi ile damgalayıp idam etmesine şaşmamak gerek. O, bir tür ebelik yapıyordu, doğurttuğu ise bilgiydi. O’na göre gerçek bilgi zaten insanların içindeydi. Yapılması gereken, bu saklı olanın kendilerine hatırlatılmasıydı. O bilgiyi doğurturken bedenlerle değil ruhlarla ilgileniyordu. İnsanlara hiçbir şey öğretmeye kalkışmıyordu. Çünkü bilgi demek, erdem demekti ve içindeki bilgi bilinç düzeyinde kavranınca herkes erdemli olacaktı. Herkesin erdemli olması ise aristokratların keyfini kaçıracak nitelikteydi.

O kimseyi bilgisizlikle itham etmiyor, kendisini cahil yerine koyup onlara sorular soruyor, böylece onların kendilerinin farkında olmasını sağlıyordu. İnsan bir kez sanılarından kurtulunca kendi içinde saklı gerçeğin bilgisini de ortaya çıkarabilirdi. Erdem insanların bilmesine bağlıydı ve bilmesi gerekenler de zaten kişinin içindeydi.

Sokrates’in önemsediği, erdemlilerin iktidarda bulunmasıydı. Sayılardan çok erdeme önem veriyordu. Ne var ki iyiliğin mücadelesini verirken, zengin ve bilgili görünenlerin de damarına basıyordu. Aristokratlara karşıydı çünkü bilgi ve erdem onların tekelinde olamazdı; demokratlara karşıydı çünkü herkes bir sanat olan politika ile uğraşamazdı. Sofistlere karşıydı çünkü onlar, sahip olduklarını iddia ettikleri bilgiyi parayla satmaya kalkıyorlardı. Sokrates’e göre dürüstlük kıvılcımı olan bir insanın ölme ya da yaşama şansını hesaplamakla uğraşmaması gerekirdi. Bu nedenle kendisine ne ceza verileceğini hiç düşünmeden onların istediği gibi konuşup yaşamaktansa, kendisi gibi konuşup ölmeyi çoktan kabullenmişti.

Dünyamız soyut duygularımızla döner: Sadakat, bağlılık, sevgi, insanı sevmek, doğayı sevmek ve yaşamayı sevmek. Biz insanlar, ölümün de yaşamın bir parçası olduğunu kabullenmekte zorluk çekiyoruz. Nitekim, hapiste kendisini ziyaret eden karısının “Seni haksız yere öldürüyorlar … “ hıçkıra hıçkıra ağlayışları arasında, “haklı yere öldürselerdi daha mı iyi olurdu?” diye cevap vermiştir. Gerçekte Sokrates’in ölüme mahkûm edilişinin sağlam bir gerekçesi yoktur. Çünkü ortada onların alışık olduğu şekilde bir çıkar yarışı yoktu; ortada onların anladığı anlamda bir statü mücadelesi yoktu; ortada onların insanlar arasında oluşturduğu sınıflar arası bir mücadele de yoktu. Hakikat sadece insanlığı mutluluğa götürecek erdemi, doğruluğu savunan bir adama kendileri gibi olmadığı için duyulan kin, kendileri gibi düşünmediği için duyulan kızgınlık ve kendilerini eleştirdiği; farklı yollar önerdiği için duyulan bir kızgınlıktı.

Dileyelim ve umalım ki gerçek bilgiyi arayıp, yanlışlıkların, sanal dünyaların gözlerini kör etmesine izin vermeyen, doğru bilginin erdem, erdemin de kişiyi mutluluğa götürecek yol olduğunu bilen ve yönetimin de yaşamın da bu erdem ilkesinden  mahrum olarak var olamayacağının bilincine varmış, kısaca epistemeye ulaşmış insanlar dünya üzerinden tamamen yok olmasın.

FARABİ:(Abū Nasr Muhammad al-Fārāb), (d. 870  –  950 ), İslam felsefecisi. Türkî ailenin çocuğu olduğunu iddia edenler, Türk olduğunu söyleyenler de vardır.[3][4]

Aristotales’in ortaya attığı madde ve suret kavramını hiçbir değişiklik yapmadan benimseyen, eşyanın oluşumunda, yani yaradılışta madde ve sureti iki temel ilke olarak gören Farabi’nin fiziği de, metafiziğe bağlıdır. Buna göre, evrenin ve eşyanın özünü oluşturan dört öğe (toprak, hava, ateş, su) ilk madde olan el-aklül-faalden çıkmıştır Söz konusu dört öğe, birbirleriyle belli ölçülerde kaynaşır, ayrışır ve içinde bulunduğumuz evreni (el-alem) oluştururlar.Farabi, ilimleri sınıflandırdı. Ona gelinceye kadar ilimler trivium (üçüzlü) ve quadrivium (dördüzlü) diye iki kısımda toplanıyordu. Nahivmantıkbeyan üçüzlü ilimlere; matematikgeometrimusiki ve astronomi ise dördüzlü ilimler kısmına dahildi. Farabi ilimleri; fizikmatematikmetafizik ilimler diye üçe ayırdı. Onun bu metodu, Avrupalı bilginler tarafından kabul edildi.

Farabi insanı tanımlarken “alem büyük insandır; insan küçük alemdir.” Diyerek bu iki kavramı birleştirmiştir. İnsan ahlakının temeli, ona göre bilgidir; akıl iyiyi kötüden ancak bilgiyle ayırır.

İDEAL DEVLET ARAYIŞI. Zeynep Ertuğrul.

Hayat hikâyemi kısa olarak yukarıda verdim. Söylediğim gibi ben felsefenin peşinden gezdim hep. Felsefe Atina’dan İskenderiye’ye geçti ve orada varlığını sürdürüyorken Auguste adıyla bilinen I. Teodose İskenderiye’yi aldı ve buralar Roma’nın hakimiyetine girdi. Romalılar Hıristiyanlığı benimseyince kültür faaliyetleri kilisenin eline geçti. Kilise babaları, mantığın dışında, felsefeyi yasakladılar.  İslamiyet ortaya çıkıp insanlara fikir hürriyetinin kapılarını açınca, felsefe ile uğraşan bizler de İslam topraklarına Antakya, Harran ve Nusaybin’e göç ettik. Ben de buraya Harrana’a gelenlerdenim.

Yaradılışları itibari ile insanlar birbirlerine muhtaçtırlar. Birlikte yaşamak için yardımlaşmaları gerekir. “erdemli mükemmel bir toplum, bütün organları, canlı varlığın hayatını sürdürebilmek için birbiriyle yardımlaşan tam ve sağlıklı bir bedene benzer” “İnsanları farklılaşmaya götüren sebeplerden ilki coğrafi şartlar ve iklim şarlarıdır. İkincisi ise insan iradesine bağlı olan dil ve benzeri yapay şeylerdir.

            Farabi’ye göre “erdemli, mükemmel, evrensel bir devlet ancak içinde bulundurduğu bütün milletlerin mutluluğa erişmek için birbirlerine yardım ettikleri zaman ortaya çıkacaktır. En iyi devlet, gerçek adalet ve orantılı bir eşitlik esasına dayanır. Bu devlette herkes yaratılışı itibariyle gücünün yettiği görevi yerine getirir ve gerçekleştirdiği şeye uygun olarak da hak ettiği dereceyi işgal eder. Erdemli kentin yöneticisi herhangi bir insan olmamalıdır.  Yaratılışı ve tabiatı gereği yöneticiliğe yetenekli olmalı, yöneticilikle ilgili iradi yetenek ve tutumları kazanmış olmalıdır. O, başka bir insanın yönetimi altına giremez. O, mükemmelliğe ulaşmış akıl ve akılsal olmuş bir insandır.” Herhangi bir zamanda felsefe, yönetimin bir parçası olmaktan çıkarsa bütün diğer şartlar bu yönetimde mevcut olsa bile, erdemli şehir halkı helak olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış olacak. Eğer bu şehrin fiili yöneticisine  bağlı olacak bir filozof bulunmazsa belli bir müddet sonra o şehir helak olmakta gecikmeyecektir.”

            Farabi, filozofu olmadığı için bozulan şehirleri (halkları)şöyle sınıflamaktadır.

Cahil Şehir: Mutluluğu bilmeyen, görünüşte iyi olduklarını zannettikleri beden sağlığı, zenginlik, şehevi zevkler, saygı ve itibar görme gibi şeyleri kendilerine amaç edinen halkların oluşturduğu şehirdir.

Zaruret Şehri: halkın bedenlerinin varlığının devamı için gerekli olan yiyecek, içecek, giyecek, ev cinsel ilişki miktarı ile yetindiği ve bu amaca  ulaşmak için birbirleriyle yarıştığı şehir.

Zenginlik Şehri: Halkının zenginlik elde etmek için birbirleriyle yardımlaştığı şehir.

Bayağılık Düşüklük Şehri: Halkının amacı yiyecek, içecek, cinsel ilişki, özellikle duyular yoluyla zevk almak ve her biçimde, her yolla eğlence ve oyun peşinde koşmak olan şehir.

Şeref Şehri: Halkının uluslararasında ün kazanmak, övünmek ve itibar görmek amacıyla birbirleriyle yardımlaştıkları şehirdir.

Güç Şehri: Halkının gayesi başkalarına hükmetmek ve başkalarının kendisine hükmetmesine engel olmak, tek amacı  bu hakimiyetten alacakları zevke ulaşmak olan şehirdir.

Demokratik Şehir: Halkının amacı, her biri hiçbir şeyde arzularına gem vurmaksızın kendi istediğini serbestçe yapan insanların şehridir.

  Kitabın bundan sonraki paragrafında Farabi, bir yöneticide bulunması gereken özellikleri şu şekilde tanımlamaktadır. Ben aşağıya çıkarıyorum, umarım her okul ve eğitim yöneticisi bu özellikler açısından kendisini bir kez test edecektir.

  1. Organları tam ve eksiksiz olmalı
  2.  Kendisine söylenilen her şeyi idrak edebilmeli, hiçbir şeyi unutmamalı.
  3. Uyanık ve zeki olmalı
  4. Güzel konuşma yeteneğine sahip olmalı
  5. Bilgi edinmeyi öğrenmeyi sevmeli
  6. Doğruluğu ve doğru insanları sevmeli
  7. Yalandan ve yalancıdan nefret etmeli
  8. Yemek içmek, kumar ve cinsel zevkler peşinde koşmayan biri olmalı
  9. Şerefi, yüceliği sevmeli, dünyevi amaçlara aşırı değer vermemeli
  10. Adaleti ve adil kişileri sevmeli, baskı ve zulüm yapanları cezalandırmalıdır.
  11. Yönetici bir filozof olmalıdır.
  12. Kanunları usulleri ile bilmeli ve korumalıdır.
  13. Eskilerin yaptıklarına bakarak yeni kanunlar çıkarmalıdır.
  14. Kanunlar konusunda halkını aydınlatmalı, onlara kılavuzluk etmelidir.
  15. İleri görüşlü olmalıdır.
  16. Ve son bir madde: Yöneticinin ait olduğu dinin yasaları ve adetlerine göre yetiştirilmesi gerektiğine inanıyorum.

Farabi sözlerini şöyle bitiriyor: “Oku!” dedi Yaradan; okudum. “Anlat” dedi Atinalı; durmadan anlattım. “Yaz” yaz diyor içimdeki ses, yazdım.

İBNİ HALDUN  H. Emre Bağce

İbn Haldun13321406 yılları arasında yaşamış astronom, iktisatçı, tarihçi, matematikçi, sosyal bilimci ve İslam bilginidir. Tam adı Abdurrahman b. Muhammed b. Ebu Bekr Muhammed b. Hasan’dır.İbn Haldun, Tunus’ta, Arap bir ailede doğdu. Aslı Yemen kabilelerinden Hadramut’a kadar uzanır.

Birkaç kuşak Carmona ve SevillaEndülüs ’de yaşamışlardır. Özgeçmişinde İbn Haldun, kökeninin İslam PeygamberiMuhammed Mustafa sav. zamanında arap-yemen kabilelerinden Hadramut’a kadar uzandığından ve ailesinin İslami fetih başlarında İspanya‘ya geldiğinden bahseder.

Ailesi o zamanlar kuzey Afrika’da en iyi öğretmenlerden eğitim almasını sağlamıştır., Arap dilbilimi, Hadis ve İslam hukuk (Fıkıh) alır. Ayrıca tasavvuf, matematikçi ve filosof al-Ābilī‘den MatematikMantık ve Felsefe eğitimini alır, İbn Haldun 17 yaşında iken üç kıtayı, tabii ki Tunus şehrini de, etkisi altına alan Büyük Veba Salgınında ailesini kaybeder.

Özellikle köy-kent farklılaşması hakkında toplumsal çözümlemeler getirmiştir. Ünlü eseri Mukaddime‘nin 2. bölümünde, göçebe-köy toplumsal yaşamı ile yerleşik-kent toplumsal yaşamı arasında önemli saptamalar yapmıştır. Ona göre, göçebe-köy toplumsal yaşamı, yerleşik-kent toplumsal yaşamından önce başlamıştır. Köy halkı, kent halkından daha sağlam, mert, özgüveni daha fazla, özgür, köklü ve az bozulmuştur. Köy aile yaşamı, kent aile yaşamından daha dengeli, daha sağlam ve daha huzurludur. Toplumsal bilinç ve duyarlılık, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma köy toplumsal yaşamında daha fazladır. Ayrıca yaşlılara ve kadınlara verilen saygı ve değer de çok daha fazladır. İbn haldun tüm krallıkların da tıpkı canlı organizmalar gibi doğum, gelişme, duraklama ve ölüm evreleri olduğunu; doğum ve gelişme gibi evrelerin göçebe yaşam kültür ve ahlakının sonucu olduğunu, zamanla kent yaşamına alışan uygarlıklarınsa gerilemeye ve ölmeye başladıklarını(yokolmuş medeniyetleri ve yaşadığı dönemin olaylarını örnek göstererek)ileri sürmüştür. İbn Haldun’dan önceki tüm tarihçiler olayları tek tek ele alıp, hikâye gibi anlatmış, bir senteze gidememişlerdir. İbn Haldun ise tek tek görüngülerden yola çıkarak ünlü tarih tezini öne sürmüş, böyleliklede sosyoloji adını verdiğimiz bilim dalı kendisiyle başlamıştır.

Türk İslam düşüncesinde yönetime ilişkin önermelerin temelinde dine ilişkin atıflar ve halktan yana tavırlar dikkat çeker. Yöneticinin gücü, Allah sevgisine veya gücüne başvurularak sınırlandırılmaya çalışılmıştır. İbni Haldun üzerinde geniş çalışmaları olan Bağce, yöneticilerin bir bakıma uyarılması, bir bakıma kontrol edilmesi amacıyla yazılmış olanlara örnek olarak Hüseyinoğlu Tahir’in (ölümü 822) oğlu Abdullah’a yazdığı mektubu almıştır. Abdullah Rakka ve Mısır valiliğine atandığı zaman babasının oğluna öğütlerini içerir. Daha sonra bu mektup ortaya çıktığında Halife Memun’a iletilmiş ve Memun mektuba ilişkin olarak şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Tahir, din, dünya, yönetimsel önlem, görüş, politika, devletin ve halkın esenliği, devlet başkanının korunması, halifelere boyun eğme, halifeliğin sağlam temel üzerine oturtulması konularından hiç biri (dışta) bırakılmamı, hepsini içeren mektup yazmış ve mektubunda tümünü, güçlü ve hikmetli biçimde öğütlemiş.”

Daha sonra Memun, bu mektubu ülkenin tüm yöneticilerine bu mektuptaki öğütlere uymalarını sağlayan bir yazı göndermiştir. Gerçekte bu mektup, İbni Haldun’un yönetim anlayışının esası olan “ölçülülük” kavramını açımlamaktadır. Mektupta sık sık dini temalara atıfta bulunulmakta ve dini terminoloji yoğun kullanılmaktadır. Mektubun temel vurgularından biri, iyi ve kötü arasında karşılaştırma yaparak iyinin ödüllendirilmesini istemesidir. Mektuba ahlaki bir bakış açısı hakimdir. Dini motifler de bu amaçla kullanılmaktadır. Yazar mektupta, keyfi yönetim ve haksız kazanç elde etme tutkusunun sonuçlarını göstererek yöneticileri dizginlemeye “iyi” olmaya çağırmaktadır. Mektupta hukuk üzerinde yoğun olarak durulmaktadır. Bu kapsamda “yargıdaki adaleti ayakta tutmakla ve yerine getirmekle, halkın durumu düzelir; yollar güvenli olur, haksızlığa uğramışların hakkı savunulur; insanlar haklarını alır, geçim ve yaşam güzelleşir, devlete nasıl boyun eğmek gerekiyorsa, öyle boyun eğilir, Tanrı sağlık ve esenlik verir.” Öğüdünü vermektedir.  Kan dökme konusunda asla acele edilmemesini, “Denetle, gör, incele, düşün, tart, karşılaştır.”eylemlerine vurgu yaparak belirtmektedir.

Tahir mektubunda,

“dengeli bir maliyenin sağlıklı ve mutlu bir devlet için vazgeçilmez olduğunu”
“Yönetici ve memurların halk aleyhine kuşku uyandırabilecek kararlar almalarının ve uygulamalarda bulunmalarının önüne geçilmesi gerektiğini”
“Yöneticinin yönetilenlerle ilişkisinde eşitlik ve adalet ilkelerini gözetmesini,”
“Yöneticilerin kendi durumlarını kavrayabilmeleri için tarihsel bir bakış açısına sahip olmaları gerektiğini” vurgulamaktadır. Aşağıda bu mektubun ilk ve son paragrafını veriyorum.  Diğer bölümlerinin tüm yöneticiler tarafında okunması öneriyorum.

“”Rahman” ve “Rahim” Allahın adıyla başlarım.

Gelelim bundan sonrasına. Önce tek ve ortağı olmayan Allah’a karşı gelmekten sakınmalı, O’ndan korkmalı, O güçlü yüce olanın her an seni denetimi altında tuttuğunu unutmamalı ve onun hışmına uğramaktan uzak kalmaya çalışmalısın. “Halkını, gece gündüz koru!”  

“Bu mektubu iyice anla, üzerinde derinlemesine düşün, içindekileri uygula. Tüm işlerin için Allah’a sığın ve ondan hayır dileğinde bulun…”

MACHIAVELLİ ( M. Vedat Karataş)

Niccolò di Bernado dei Machiavelli (Makyavel olarak da bilinir) (3 Mayıs 1469 – 21 Haziran 1527Tarih ve politika biliminin kurucusu sayılan Floransalı düşünür, devlet adamı, askeri stratejist, şair, oyun yazarı. İtalyan Rönesanshareketinin en önemli figürlerindendir. En ünlü eseri Prens‘te, politik yazının tarihinde ilk kez iktidarın alınışı ve korunması gibi bir sorunu dinsel ya da ahlaki kaygıları dikkate almaksızın kendinde bir amaç olarak inceledi. Fikirleri politik yazında olduğu gibi yaygın düşünüşte de giderek büsbütün olumsuz ve ilkesiz bir politik hırsın anlatımı olarak görüldü, “Makyavelizm” terimi bir düşünce sisteminden çok “amaç için her yolu mübah gören” politikacının tutumunu anlatan suçlayıcı bir sıfat haline geldi. Hegel O’nun yöntemini şöyle özetler: “kangren olmuş uzuvlar lavanta suyuyla iyileştirilemez.” Machiavelli, ülkelerin kurtuluşunun kuvvete dayanan ulusal devlette olduğuna inanmış, ulusal devlet ya da ulus-devlet düşüncesinin ilk temsilcisi olmuştur. Bu nedenle de “günümüz Ulusal devlet devri” yapısının öncüsü sayılır

İnsan doğanın ürünüdür ve gelenekler, tarihsel konumlar değişse de insanın özünde bir değişme olmaz. 

            İnsanlar; nankör, kaypak, içten pazarlıklı, sinsi, tehlike karşısında korkak, para canlısıdır; tehlike uzaktaysa onlara yardım ettiğin sürece senin yanındadırlar, kanlarını, mallarını, yaşamlarını, çocuklarını verirler sana; ama tehlike yaklaşınca yüz çevirirler. … ve insanlar babalarının ölümünü, mal varlıklarının kaybından daha çabuk unuturlar. Bu kadar kusurlu olan varlık, nasıl oluyor da medeniyet yaratabiliyor? İşte burada yönetici devreye giriyor. Devletin başında sıradan insanlardan ayrılan, dünyaya yön verme becerisine sahip, sıra dışı bir insan, yönetici (prens) yer alır.” Machiavelli’nin insan ve yönetim anlayışı hemen tümüyle burada yer almış. Onun yönetime ilişkin eleştirilen görüşleri çoğu yöneticiler tarafından çoğu kez işe koşulmuştur. Örneğin:

Yönetici (prens) elinden geldiğince haksever olmalıdır; ama sırası geldiğinde de acımasız olmayı bilmelidir. Verdiği söz kendisine zarar verecekse ve söz vermesine yol açan gerçekler ortadan kalkmışsa, bu sözü tutmamalıdır. Yani yönetici devleti ayakta tutabilmek için verdiği söze, iyiliğe, insanlığa, dine karşı çıkmak zorunda kalabilir. Bireyler bunu yaparsa kötüdür ama yönetici bunu yaparsa genelin çıkarını düşündüğü için bir anlamda fedakârdır.

            Yöneticinin davranışları koşullardan kaynaklanır ve ulaşılması gereken amaca uygun olmalıdır.  Elde edilen sonuç her şeyi unutturacaktır. Yöneticinin şiddete başvurması bir ahlak sorunu değildir; önceden belirlenen bir hedefe erişmeye yönelik siyasal bir seçimdir. Rakiplerin öldürülmesi ahlak açısından cinayettir ama iktidarın korunması için bu yola başvurulabilir. Nasıl, Machiavelli’yi, Machiavelizmi daha yakından tanıma fırsatı buluyorsunuz bu satırlarda.

Ülkeler zaptedildiğinde, ele geçirildiğinde izlenecek üç aşamayı Machiavelli şöyle tanımlıyor: 1. Yıkmak, 2. Orada oturmak, 3. Vergi salıp onları yaşamlarında serbest bırakmak.

Machiavelli’in yönetim görüşü, dilimizde “amaca giden her yol meşrudur” özetlemesi ile yerleşmiştir. Bu nedenle demokratik bir bakış açısından “kötü adam” olarak görülür. O, siyaseti ahlaktan ayıran bir düşünürdür. Belki bu görüşe, amaç meşru ise ona giden her yol meşrudur, eklemesini de yapmak gerekir.  Ahlakı yönetimin çok kenarında bir yerlere çektiği için, insan boyutunu hemen bütünüyle dışlama eğilimine girmiştir. Bu anlamda, gururla ifade ettiğimiz “Önce Vatan”, “Devletin yüksek çıkarları” deyişleri, Machiavelli’ye biraz yabancı gelebilir.

THOMAS MORE (Yeşim Özer)ü

Thomas More, (7 Şubat 1478 – 6 Temmuz 1535İngiliz yazar, devlet adamı ve hukukçu. Yaşamında önde gelen bir hümanist bilgin ünvanına kavuşup bir çok kamu görevi üstlendi. Eseri Ütopya ile edebiyatta yeni bir nesil yarattı. 1516’da yazdığı Ütopya’da ideal hayali bir ada ülkenin siyasi sistemini tarif ediyordu. More’un Kral Henry VIII’in İngiliz kilisesinin başına geçme niyetine ilke olarak karşı çıkması, kendi siyasi kariyerinin sonunu hazırlayıp hain olarak idam edilmesine sebep oldu. Ölümünden 400 yıl sonra, 1935’de Papa Pius XI tarafından aziz ilan edildi.  7 Şubat 1478′de, Londra‘da doğmuştur. Babası dönemin önemli bir yargıcı olan Sir John More’dur. Eğitim için Oxford Üniversitesi‘ne girdi. Oxford’da geçirdiği 2 yılda yazmaya başladı. Antik Yunan ve Latin edebiyatına ilgisi de bu dönemde oldu. Daha sonra Londra’ya geri döndü ve 1496 yılında hukuk öğrenimi görmeye başladı. 1501 yılında avukat oldu. 1504 yılında parlamentoya girdi. Bu sıralarda ünlü Hollandalı yazar Erasmus ile olan arkadaşlığı iyice gelişti ve Erasmus 1509′da basılan ünlü eseri Encomium Moriae`yi (Deliliğe Övgü) Thomas More’a adadı. 1517′de Kral’ın hizmetine girdi. Giriştiği başarılı bir diplomatik görev ardından şövalye unvanı verildi ve yardımcı veznedar ilan edildi. Kralın kişisel danışmanı olarak kariyeri parlamaya devam etti. 1525′de Lancaster Düklüğü’nün bakanı oldu. Kral Henry VIII’in evlilikleriyle ilgili konularda ona yeterince yardım edemeyen Lordlar Kamarası başkanı Kardinal Wolsey’i istifaya zorladıktan sonra yerine Thomas More’u Lordlar Kamarası başkanı ilan etti. Başlarda Kralın düşüncelerini paylaşan More, zamanla Kralın protestanlığa olan artan ilgisi ve kiliseye olan negatif düşüncelerinden rahatsız oldu. Kişisel olarak protestanlığı sevmiyor ve doğru bulmuyor, dönemin katolik kilisesini benimsiyor ve önemsiyordu. Protestanlığı eleştiren kitaplarıyla Kral ile olan ilişkisini gerdikten sonra 1531′de Krala bağlılık yemini etmeyi reddetti. Daha sonra hastalığı bahane ederek 1532′de görevlerinden ayrıldı. 1533′de Anne Boleyn’in İngiltere Kraliçesi olarak ilan edildiği taç giydirme törenine katılmayı reddedince şimşekleri üzerine çekti. Yalan davalar ve dedikodular başladı. Parlamentonun Anne Boleyn’i İngiltere’nin kraliçesi olarak ilan edebileceğini kabul etmesine rağmen, bağlılık yemini etmeyi reddetti zira bu Papa‘ya karşı bir davranış olurdu. Bu yüzden tutuklandı. Daha sonraları Kralı kilisenin başı olarak görmediği için ölüm cezasına çarptırıldı. 6 Temmuz 1535′de idam edildi.

Thomas More’un yaşamını her yönetici okumalıdır; hem de birkaç kez. Ben okul yöneticileri için sunduğum Sohbet Toplantılarında katılımcılara “Her devrin adamı olun” önerisini getirdiğimde yorumlar hep, yönetimle uyum, uyuşum içinde olmak yönünde olmaktadır. Her Devrin Adamı, Thomas More’un hayatını anlatan filmin adıdır. O, ilkeleri uğruna hayatını vermiş bir yöneticidir. Thomas More’un yolunda gidenlere ve onları izleyenlere selam olsun. Şimdi bu evrensel insanı, Yeşim Özer’in kaleminden tanımaya çalışalım.

            O, iyi olanı bulmaya çalışmak adına her şeyden vazgeçmişti. Yargıçlar doğruluktan şaşmadıkça yönetim kolay kolay bozulamazdı.Devlette herkes, beden ve ruhun köleliğinden sıyrılabilmeli, boş işlere kafa yorup hiçbir şey yapmayan insan kalmamalı. Eğitim karmaşık ve dağınık teoremlerden arınmalı; tüm yurttaşlar eğitim hakkını fırsat eşitliği içinde kullanabilmeli ve herkes kendisi için gerekli olanları  yetenekleri ölçüsünde öğrenebilmeli.

Bir ülkede insanın değeri, mal mülk ve paranın değerinin gölgesinde kalırsa  orada adalet ve doğruluk aranmaz.        

İYİYİ GERÇEKLEŞTİREMEZSE KÖTÜYÜ YUMUŞATMALIDIR.  Susarak yqpmış olduklarımız, konuşarak mahvettiklerimizden daha derin izler bırakır.  

Gerçek bilgelik delilik midir ya da kendini bilge sanmak mı gerçek deliliktir bilinmez.

Mülkün tek elde ve mutlak olduğu bir devlette eşitlik kurulamaz, çünkü orada herkes türlü yollarla kazanabildiği kasdar kazanmakta haklı görür kendini.

Esas amaç köklü değişikler yapıp, kurumları altüst etmek değil, çürük ve kokuşmuş yanları ayıklamaktır. Bu amaçla harekete geçmeli, yaşamın pahasına da olsa değişim için çaba sarfetmeli. Bu ise sadece karşıdan bakıp eleştirmekle gerçekleşmez.  Önemli olan ülkenin inşasında bir parça pay alabilmektir.

Jean Jaque Rousseau (Sedenay Akgün)

Jean-Jacques Rousseau (Cenevre 28 Haziran 1712 – ErmenonvilleVal-d’Oise 2 Temmuz 1778) Fransız yazar, düşünür, filozof, politika ve müzik teorisyeni. İsviçre‘nin Cenevre kentinde doğmuştur. Bir sanatçının oğludur, on yaşında eğitimine bir din adamının yanında başlayan Rousseau, daha sonra bir gravürcü ustasının yanında çalışmıştır. 1728-1738 yılları arasında farklı işler olan; uşak, sekreter, müzik hocası ve tercüman olarak Fransaİtalya ve İsviçre’de dolaşmıştır. Fransa’da yazıları yasaklanınca daha sonra aralarının açıldığı dostu David Hume‘un daveti üzerine İngiltere‘ye gitti. Daha sonra Batı İsviçre’deNeuchatel‘e sığındı.Kalvenist olarak vaftiz olmuştu. Torino‘da Katolikliğe geçti, daha sonra tekrar Kalvenist oldu. Bu sebeple doğduğu şehir olan Cenevre’de ateist suçlamalarına mâruz kaldı.İnsan doğasına ilişkin çözümlemesiyle, insanın uygarlık tarafından değiştirilmemiş doğal halinin birçok açıdan daha üstün olduğu fikri ve modern demokrasi anlayışına temel oluşturan toplumsal sözleşme öğretisiyle ün kazanmış olan ünlü Fransız düşünürdür. Kendisi filozof sıfatını her zaman reddetmiştir. Milli egemenlik düşüncesi ilk defa 18. yüzyılda Fransız düşünürü Jean Jaques Rousseau tarafından ortaya atılmış ve bu yüzyılda despot hükümdarlara karşı fertlerin hak ve hürriyetlerini gerçekleştirip, teminat altına almak için girişilmiş olan mücadele ile başlamıştır. Ancak bu fikrin ortaya çıkması, yani halkın da yönetime katılarak, hükümdarın gücünün sınırlandırılması işi 1215 tarihli Magna Charta’ya dayanmaktadır.

Jean Jacques Rousseau eğitim alanında çalışanlar için hiç yabancı değildir. Emile Ya Da Terbiyeye Dair adı ile dolaylı ya da okuyarak muhatap olmuştur. O, daha çok bir eğitimci kimliği ile tanınır. Ancak bu kitapta Sedanay Akgün Rousseau’yu toplum ve devlete ilişkin fikirleri ile tanıtıyor. Rousseau’yu fikir dünyasına tanıtan çalışması, Dijon Akademisi’nin ortaya koyduğu “Bilim ve sanatların gelişmesi ahlakın bozulmasına mı düzelmesine mi yardım etmiştir?” sorusuna cevap olarak yazdığı “Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev” çalışması olmuştur. Bu konudaki görüşleri okuyup paylaşalım bir parça.

Hiçbir etkinin bulunmadığı yerde etken aramaya gerek yoktur; ama bu konuda etki ortada, bozulma gerçekten var; bilimlerimiz ve sanatlarımız geliştikçe ruhlarımız bozuluyor. Nasıl okyanus sularının alçalıp yükselmesi gece bizi aydınlatan gezegenin düzenli etkisine bağlıysa, namus ve ahlakın akıbeti de bilim ve sanatların gelişmesine bağlıdır.  Onların ışıkları ufkumuzda yükseldikçe erdemin kaybolduğu görülmüş ve aynı olay her çağda, her yerde olmuştur.  

Kendilerini beğenmiş boş insanlar parlak sözleriyle her tarafa girer çıkarlar. Uğursuz paradoksları ile inancı temelinden yıkar, erdemi kökünden çürütürler; din ve vatan gibi eski sözcüklere dudak bükerler; bütün sanatlarını ve felsefelerini insanların kutsal saydığı her şeyi baltalamaya, kötülemeye harcarlar. Bunu erdemden ve imandan nefret ettikleri için yapmazlar; bu adamlar herkesin inandığı şeye düşmandırlar. Onları dinsizler arasına katın, hemen kiliseye dua etmeye koşarlar. Ah bu parlamak hırsı insana neler yaptırma!

Hayatta rahatlıklar arttıkça, sanatlar ilerledikçe, lüks her tarafa yayıldıkça mertlik bozuluyor; askerlik değerleri kayboluyor.

            Zenginler, özgürlüklerinin güvence altına alınacağı ve savaş durumundan kurtulacakları konusunda insanları inandırarak kendi boyundurukları altında yaşamaya ikna etmişler.

            Yurt sevgisinin kuru toprak sevgisinden çıkıp yurttaş sevgisi haline geldiği bir devleti tercih ederim.

            İnsan her zaman kendi iyiliğini ister ama bunun ne olduğunu pek kestiremez. Yasa yapıcı tek iyiliği görüp tepeden kişilerin iradesini aklına uydurmaya zorlamalı, iyiliği isteyip de göremeyen kişilere de ne istediğini bilmesini öğretmelidir.

            Varlık bakımından hiçbir yurttaşın ne başkasını alacak kadar zengin, ne de kendini satmak zorunda kalacak kadar yoksul olmaması gerektiğini anlıyorum.

            Rousseau’nun fikirlerinden bir demet sunmaya çalıştım. Kuşkusuz tümü bu değil. Onun Türkçe’ye kazandırılmış kitaplarının bir listesini aşağıda veriyorum.

Özellikle, eğitimcilerin Emile ya da Eğiti­me Dair adlı yapıtını bir kez gözden geçirip incelemelerini öneriyorum.

KANT (Senem Özçalcı)

Immanuel Kant, 17241804 tarihleri arasında yaşamış olan ünlü Alman filozofu. Alman felsefesinin kurucu isimlerinden biri olmuş ve felsefe tarihinin kendisinden sonraki dönemini belirleyici olarak etkilemiştir.

Kant, eleştirel felsefenin babası olarak kabul edilir. Doğu Prusya‘nın Königsberg (Kaliningrad) kasabasında doğdu. Hep burada yaşadı. Üniversite eğitimi sırasında birkaç yıl öğrencilere özel dersler verdi. Eğitimi sırasında Leibniz ve Woolf’dan etkilendi. 1755 tarihinde doçent derecesi aldıktan sonra üniversitede çeşitli sosyal bilimler alanlarında dersler vermeye başladı. Kant başlangıçta fizik ve astronomi alanında yazılar yazdı. 1755 yılında “Evrensel Doğal Tarih ve Cennetlerin Teorisi” adlı eserini yazdı. 1770 yılında Königsberg‘de mantık ve metafizik kürsüsüne atandı. 1770′den sonra Hume veRousseau etkisiyle eleştirel felsefesini geliştirdi.

Modern felsefenin gelişim seyrine uygun olarak bilgi kuramını ön plana çıkartmıştır. Kant’ın gözünde bilim, liderleri kesin olan ve yöntemleri, ancak Hume’unki gibi felsefi bir kuşkuculuk benimsendiği zaman sorgulanabilen evrensel bir disiplindir. Bilim yansızdır ve nesneldir. O, felsefedeki ilk ve temel misyonunun bilimi temellendirmek, daha sonra da ahlakın ve dinin rasyonelliğini savunmak olduğuna inanmıştır. Bu amacı gerçekleştirmek için, hem Descartes‘ınrasyonalizminden ve hem de Hume’un empirizminden önemli gördüğü öğeleri alarak, transsendental epistemolojik idealizm diye bilinen kendi bilgi kuramını geliştirmiş, yükselen bilimin felsefi temellerini gösterdikten sonra, özgürlük ve ödevdüşüncesine dayanarak Hristiyan ahlakını savunma çabası vermiştir. O, fenomenal gerçeklikle, yani bizim duyulararacılığıyla tecrübe ettiğimiz dünya ile numenal gerçeklik, yani duyusal olmayan ve hakkında bilgi sahibi olunamayacak dünya arasında bir ayrım yapmıştır. Kant öğretisiyle bilimsel bilginin olanaklı olduğunu göstererek, Newton fiziğini temellendirir, fakat varlığın genel ilkeleri, Tanrı’nın varoluşu, ruhun ölümsüzlüğü gibi konuları ele alan geleneksel metafiziği olanaksız hale getirir. Çünkü, metafizik alanında, ruh, Tanrı, evren kavramlarını düşündüğümüz zaman, burada duyu-deneyi tarafından sağlanan malzeme bulunmaz. Bilginin iki temel öğesinden biri olan deney, tecrübe öğesi metafizik alanında söz konusu olmadığı için, akıl burada antinomilere düşer. Öyleyse metafizik alanında bilimsel bilgi olanaklı değildir. Bununla birlikte, Kant görünüşgerçeklik ya da fenomennumen ayrımını insan varlığına uygulayarak, ahlak olanağını kurtarır.

Senem Özçalcı, izlediğimiz yapıtta Kant’ı Birleşmiş Milletler Barış Komisyonu’nda bir konuşma yaparken neler söyleyebileceğine ulaşmaya çalışıyor ve onu bu amaçla kürsüde konuşturuyor. Dinleyelim birlikte.

“İyi günler, bayanlar baylar;

Burada toplanmamızdaki en büyük amaç, ne birbirimiz üzerinde yaptırım uygulamak ne de tekbir ulusun belirlediği kuralları diğerlerine dikte ettirmektir. Amacımız tüm ulusların temsilcileriyle birlikte herkesin haklarını koruyan bir anayasa oluşturmak ve uluslararası federasyon kurmaktır. “Bu güne dek gördük ki devletler kendi aralarındaki uyuşmazlıkları bir mahkeme gibi savaş meydanlarında çözmektedirler. Devletler arsındaki hukuk birliğinin ben “Barış ittifakı” olarak niteliyorum ve emin olun ki barış ittifakları, barış anlaşmalarından daha etkili olacaktır. Çünkü barış antlaşmaları yalnız bir tek savaşı sona erdirirken, Barış İttifakı bütün savaşları sona erdirecektir.

Doğa insanlığı barışa zorluyor! Bu barışı zorunlu kılan önlemleri incelemek gerek. Doğanın geçici önlemleri şunlardır:

  1. Doğa insanlara dünyanın her ikliminde yaşayabilme olanağı sağlamıştır.
  2. En barınılmaz bölgeleri yurt edinmek ve yerleşmek üzere, savaş aracılığı ile insanları dünyanın dört bir yanına dağıtmıştır.
  3. İnsanları yine savaş aracılığı ile az çok hukuksal ilişkiler girmeye zorlamıştır. Doğa ulusların birbiriyle karışmasını önlemek ve onları birbirinden ayrı tutmak için iki aracı kullanır: Bunlar dillerin ve dinlerin çeşitli olmasıdır.

Politika yılanlar gibi sakıngan olun der; ahlak buna şöyle bir sınırlama koyar: Ama kumrular gibi de saf. Bu politikacıların en büyük hileleri, önce eylemde bulun, yap, haklı göster, özür dile. Ne yapmışsan yadsı, inkar et, böl, yönet, ayır ve buyur; ilkesizliğinden ibarettir.  Politika ahlak önünde dize gelmelidir. Ancak böylelikledir ki politika sönmez bir ışıkla parıldayacağı yüksek bir düzeye, yavaş yavaş bile olsa, yükselmeyi umabilir. Politikaları ahlakiliği ve ahlakın tüm maddesel pragmatiklerden uzaklaşması bizleri barışa ulaştıracaktır.  Bir iktidarı ancak bir filozofun tuttuğu ışık aydınlatabilir.

Buraya kadar Kant’tan birkaç damla sunuldu. Ancak bu susuzluğu gidermeye yetmeyecektir. Okumak isteyenler için önerilerim şunlar olabilir:

  • Kant ve Felsefesi” M Emin Erişirgil, İnsan yay.
  • Seçilmiş Yazılar / Remzi Kitabevi, Çev: Nejat Bozkurt, 1984
  • Arı Usun Eleştirisi / İdea Yayınları, Çev: Aziz Yardımlı, 1993
  • Prolegomena: Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe / Felsefe Kurumu Yayınları, 1996
  • Pratik Usun Eleştirisi / Say Yayınları, Çev: İsmet Zeki Eyüboğlu, 1999
  • Fragmanlar / Altıkırkbeş Yayınları, Çev: Oruç Aruoba, 2000
  • Evrensel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı / Sarmal Yayınları, Çev: Seçkin Selvi, 2002
  • Ethica: Etik Üzerine Dersler / Pencere Yayınları, Çev: Oğuz Özügül, Yasemin Özcan, 2003
  • Immanuel Kant ve Transendental Idealizm / Alesta Yayinlari, Tuncar Tugcu,2001
  • Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi / Türkiye Felsefe Kurumu , İoanna Kuçuradi

HANNAH ARENDT (Işılay Narin)
Hoşça Kal İnsanlık

Kim olduğumu merak ettiniz mi? Ben Hannah Arendt, hem kendi başına bir bütün, hem de insanlığın bir parçasıyım. Şimdi sizlere, yani insanlığa doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. Uzakta da olsam dünya hala beni şaşırtmaya devam ediyor.  Bir yanda hala felaketler ve acılar var; can yakan görüntüler, bitmek tükenmek bilmeyen savaşlar. Bir yanda ise hiçbir şey olmamış gibi yaşayıp, yemek öğünlerini şampanya ve havyarla geçiştirenler var. İnsanlığı yani kendini sorgulamaya hazır mısınız?

Geleceğinden hiçbir şekilde emin olmayan bir kuşak var karşımda; bunun farkındayım. Hepimiz giderek kendimize ve dünyaya yabacılaşıyoruz ve bunu modernlik kisvesi altında yapıyoruz. Bireyin kesin olarak tek geleceği ölümdür. Öleceğini bilerek yaşayan tek canlıolarak insan, niçin ilerlemek için bu denli çaba sarf ediyor.

Mutluluk arzusu dünyada ve toplumlarda oldukça yaygındır. Ancak bunun için halihazırdaki mutsuzluğu bertaraf etmenin yolunu bilemeyiz. İnsanlar başlarına talih kuşu konduğunda bile sanki bütün iyi şeylerin kaynağı, o imiş gibi bu uğuru ellerinde tutmak ve kullanmak istediklerinden kendilerini mutsuz ederler. Acılı bir tükenişin yerini zevkli bir yeniden doğuşun almasıdır mutluluk.

Şiddete dayalı olmayan iktidar diye bir şey yoktur gerçekte. Şiddet iktidarı yıkıma uğratabilir. Şiddet, iktidar yaratma kabiliyetinden alabildiğine yoksundur. Ancak iktidardaki her gerilemenin  şiddete açık bir davetiye olduğunu da unutmamak gerekir. Hükümetler olsun yönetilenler olsun, iktidarı elinde tutup da ellerinden kaymakta olduğunu hisseden herkes, kaybettiklerinin yerine  şiddeti koymanın cazibesine  direnmekte zorlanmıştır.

Ayırt edilmesi gereken önemli bir nokta da terör ile şiddetin aynı şey olmadığıdır. Terör daha ziyade tüm iktidarı tahrip ettikten sonra  geri çekilmediği, tüm tersine tüm kontrolü elinde tuttuğu bir anda  var olmaya başlayan bir hükümet biçimidir. Terörün tüm gücünün ortalığa salınabilmesi için, önce muhalefetin her türünün ortadan kalkmış olması gerekir.

Özsaygıyı yitirmeksizin yenen ekmek, köle olarak yenen pastadan daha iyidir.

İnsana fazladan bahşedilen akıl, onu diğer hayvanlardan daha tehlikeli bir canavar haline getirmektedir. Çünkü bizler aklı, yıkım araçlarının mükemmelleştirilmesi için kullanıyoruz.

Herkesin açıklıkla gördüğü bir şeyi hiç kimse sorgulamaz, incelmez. Herkesin suçlu olduğu yerde kimse suçlu değildir.

Dünyayı yaşanmaz hale bizler getiriyoruz; oysa öyle mucizevi bir yapısı var ki. Bunu görmek sizi size kalmış. Hoşça kal “insanlık” …

 

Aşık Veysel Şatıroğlu

Onur Ünlü (Hayata Dostça Bir Bakış)

 

Kitabımızın son incelemeye değer görülen bilge kişisi, Aşık Veysel. O’nun yaşamında “okul yok”, yurtdışında öğrenim yok. İlişkilerini doğanın içinde, doğal ortamda yaşamlarını sürdüren insanların arasından geliyor. Nasıl çıkıyor ortaya, gelişim ivmesini nasıl kazanıyor? Bir öğretmenin, Ahmet Kutsi Tecer’in çevresine, insanlara, halka olan duyarlığı sonucunda.

Nitekim onun ilk tanınmasında da Tecer’in rolü vardır. Okuyucuya ilk kez yaygın biçimde ulaşan eseri, Atatürk’tür Türkiye’nin İhyası başlıklı şiiridir. Şiir dönemin hükümet sözcüsü olan ULUS gazetesinde üç gün ardı ardına yayınlanınca Şatıroğlu bir halk şairi olarak tanınmıştır. Bu şiiri paylaşmak amacı ile bulup aşağıya çıkardım

Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası
Kurtardı vatanı düşmanımızdan
Canını bu yolda eyledi feda
Biz dahi geçelim öz canımızdanSinesini hedef etti düşmana
Ölmüşken vatanı getirdi cana
Çekti kılıcını çıktı meydana
Gören ibret aldı meydanımızdan

Çekildi sancaklar dayanmaz canlar
Şarktan garba gitti Türk’teki şanlar
O kadar paşalar o zabitanlar
Ayrılmadı asla sağ yanımızdan

Dumlupınar Sandıklı’nın cephesi
Dağları yıkıyor topların sesi
Kahraman askerin hücum etmesi
Cihan sele gitti al kanımızdan

Şeyh Said de yüzün tuttu isyana
Milletini hor baktırdı vatana
Fakir fukarayı boyadı kana
Öyle şeyhler çoktur külhanımızdan

Çağırdım Şeyh Said sağır mı diye
Başında sarığı değirmi diye
Tarttılar şeyhleri ağır mı diye
Haberin doğrulttun urganımızdan

Şeriatı düşündüler şerciler
Bir takım millete fesat verdiler
Her biri bir yerde hep geberdiler
Onlar kurtulmadı toplarımızdan

 

Aklı başında olan düşünür bunu
Şeriatçı oldu tüketen onu
Dağda belde fukaraya soygunu
Veren onlar idi vatanımızdanMenemen meselesi geldi meydana
Orda birkaçları uydu şeytana
Mehdi diye kendi kendin urgana
Taktı kurtulamadı darlarımızdan

Gazi paşa Hazireti bir kişi
Ne kadar cesaret tuttu bu işi
Sarmıştı vatanı düşman ateşi
Esirgedi bizi ziyanımızdan

İddiacı Türkiye’nin insanı
Çalışmakla kazandık biz vatanı
Aç kurt gibi parçaladık düşmanı
Şecaat görünce aslanımızdan

Kurtardık vatanı bu belalardan
Tiren hattı küşat ettik her yerden
Terakki etti mektebimiz hep birden
Teşekkür kazandık müşranımızdan

Hükümette milletini kayırdı
Bir af etti hapisleri koyverdi
Adaletle tebligatlar duyurdu
Çok şeref kazandık bayramımızdan

Türkiye’yi adalette yaşattı
Dağları deldirdi demir döşetti
Millete bir altın kemer kuşattı
Haşa nankör olman devranımızdan

Aşık Veysel bunu böyle söyledim
Benden de yadigar bu kalsın dedim
Sözlerim yalan mı dinle efendim
Kürrei arz doldu hep şanımızdan

Aşık Veysel şiirlerinde karmaşık toplumsal modeller, düşünce sistemleri, ideolojiler önermez.  Kendisini, insanlığı ve doğayı anlama çabası ile ciltler dolusu kitap ile anlatmak istediklerini birkaç mısra ile ortaya koyar. Hiçbir zaman bilgiççe bir tavır takınmaz. Etnik ve dini farklılıkların ayrımcılığa ve çatışmaya dönüşmesinden büyük kaygı duyar. İnsanlığın ortak değerlerini ön plana çıkarır. Çatışmaların kaynağının görünürdeki nedenler değil, kişi ve grupların çıkarı olduğunu cesur bir şekilde dile getirir.

Şatıroğlu’nun yoğun bir şekilde dile getirdiği ilkelerden biri dürüstlüktür. Ona göre dürüstlük toplumsal bağları sağlamlaştırıcı bir etkiye sahiptir.  Doğruluk gündelik hayata yansımadığında, insanlar arasında güvensizlik artar.  İnsanlar ihtiyaçlarının peşinde, agözlülük ve doyumsuzlukla koşarlar ancak hiçbir zaman kaygıdan kurtulamazlar. “İşte Hile Sözde Yalan Olmasa” başlıklı şiirinde bu konuya değiniyor:

İnsanoğlu doğru yoldan şaşmazd
İşde hilye sözde yalan olmasa
Türlü türlü felakete düşmezdi
İşte hilye sözde yalan olmasa

İstemezdi alışverişte senet
Kafalara yerleşmezdi ihanet
Ne zina olurdu ne çapkın evlat
İşte hilye sözde yalan olmasa

Aşık Veysel’in edebiyatımızda ve toplumsal düşün ve yaşamdaki yeri, yaşadığı dönemin olaylardan izlenebilir. O günün gündemini çok iyi izlemekte, duygu ve düşüncelerini halka indirip açıklamakta yalın bir yol izlemektedir. Atatürk’ün ölümünden hemen sonra yazdığı Atatürk’e Ağıt buna bir örnek olarak aşağıda verilmiştir.

 

 

 

ATATÜRK’e AĞIT

Ağlayalım Atatürk’e
Bütün Dünya kan ağladı,
Süleyman olmuştu mülke,
Geldi ecel, can ağladı,

Atatürk’ün eserleri,
Söyleyecek bundan geri,
Bütün dünyanın her yeri
Ah çekti, vatan ağladı.

Bu ne kuvvet, bu ne kudret,
Var idi bunda bir hikmet
Bütün Türkler, İnönü İsmet,
Gözlerinden kan ağladı.

Uzatma Veysel bu sözü
Dayanmaz herkesin özü,
Koruyalım yurdumuzu,
Dost değil, düşman ağladı.

Aşık Veysel Şatıroğlu

Aytaç AÇIKALIN

Kendi deyişi ile: O, "güncel bir eğitim dinazorudur." Diyarbakır’ın Kabi (Bağıvar) köyünde İlkokul öğretmenliği ile başlayıp 12 yıl ilköğretmen okullarında "Essah öğretmen yetiştirmeye gönül ve emek verdi." Hatay ve Edirne Milli eğitim müdürlükleri sonrasında üniversitede, "bildiklerinin yeniden inşasına (yapılandırmasına) girişti." Eğitim Yönetiminde doktora unvanını, 1995 yılında, profesörlük kariyeri ile noktaladı. Üniversite çatısı altındaki akademik yaşamını 2002 yılında emekli olarak tamamladı. Kendi deyişi ile: "Çekildi izzet-i ikbal ile babı ulemadan". Bugün "Gerçek anlamda eylemli akademik yaşantısını" insan kaynağının geliştirilmesi çalışmaları ile sürdürmektedir. Birikimlerini İnsanların başarısı ve mutluluğu için herkes ile paylaşmaktan çok mutludur

BEĞENEBİLECEĞİNİZ DİĞER YAZILAR

Bir Cevap Yazın