Öğretmen ve okul yöneticisi meslektaşlarımla “sohbet” ortamındayken onlardan, gelecekte ödül, ceza ve disiplin ile korkunun olmadığı okulları hayal etmelerini isterim. Konuyu “tartışma” yönteminden sakınarak müzakere etmeye çalışırız grup olarak. Çoğu kez, bazı meslektaşlarım “ceza neyse ne ama ödülün ne zararı var hocam” benzeri katılımları ile önerilen okulu bütünde hayal etmekte bile zorluk çektiklerini ortaya koyarlar. Ödül, ceza, disiplin belkide bu üç kavramın arkasında veya altında bir KORKU duygusunun yattığını veya bazı işlemlerin çok gerisinde olmasa bile genel oluşumunda korkunun, en azından kaybetmek korkusunun tasarlandığı düşünülebilir.
Yüksek lisans, doktora düzeyinde öğrenime başlayacak veya tez savunmasına girecek meslektaşlarım genellikle bana başvurduklarında “Hocam hangi kitapları önerirsiniz veya ne okuyalım?” sorularını yöneltirler. Hemen hepsine çok geniş kapsamda bir öneride bulunurum; “okuyun, elinize ne geçerse okuyun, her şeyi okuyun, çok çok okuyun!”
Son zamanlarda bir kısım işletmelerin çalışma ortamlarının bir diliminde kitap rafları oluşturdukları ve okuma alanları düzenledikleri dikkatimi çekiyor. Örneğin benim oturduğum sitenin yakınında bir eczane böyle rafa sahip. Yaşadığım köyün (Eceabat/Kilitbahir) muhtarlığın kitaplığı değme sosyal bilimler lisesinin kitaplığına taş çıkartır. En son dinlenmek için gittiğin Antalya Adrasan’da otelimin sahibi ve işletmecisi Kuvay Bey felsefe, edebiyat aşığı, yüzlerce kitabı sunuyor havuz başında müşterilerine. Bu sene orada düştüm Stefan Zweig‘i okuma tutkusuna. Her zaman her şeyi okumak ve onlardan eğitim, öğrenim adına küçük hisse dilimleri (bonus) çıkarmak konusundaki dürtülerim ağır bastı.
Stefan Zweig‘in psikolojik çözümlemeleri yoğun eserlerinden biri, KORKU‘yu okurken çocuk, öğrenme, okul adına çıkarımlarımdan bir dilimini öğrenim ortamına katkısı olur diye siz meslektaşlarla paylaşmak istedim.
Romanın kahramanı İrene (Anne) yaptığı hatanın kocası tarafından her an duyulacağı, sezinleneceğinin korkusunu yaşamaktadır. Bu korku nedeniyle, kendisini izleyen kadına yüklü paralar ödemekte, intihar etmek için uyuşturucu temin etmeye çalışmaktadır. Ev yaşamı adeta korkuyla kaplı bir hale gelmiştir.
…” Evin kapısından içeri her girişinde ilk yaptığı şey, yokluğunda bir şey olup olmadığını, felaketin kopup kopmadığını anlamak için tedirgin bir merakla yüzleri incelemek oluyordu. Bu seferkinin sadece çocukların kavgaları olduğunu çok geçmeden anlayıp sakinleşti. Hemen orada kendiliğinden bir mahkeme kuruluvermişti. Bir kaç gün önce halası oğlana bir oyuncak getirmişti, alacalı tahta at; kendisine verileni az bulan küçük kız ise bunu kıskanmış, küsmüştü. Boşu boşuna hak iddialarında bulunmuş, öyle hırsla uğraşmıştı ki oğlan sonunda onun atına dokunmasını yasaklamıştı. Bunun karşısında küçük kız önce büyük bir öfkeye kapılmış, sonra da bunaltıcı, sinik, inatçı bir suskunluğa bürünmüştü. At ertesi sabah birdenbire ortadan kaybolmuş, oğlanın bütün aramaları sonuçsuz kalmıştı. Sonuçta kayıp at parçalanmış olarak ocağın içinde bulunmuştu; tahta kısımları kırılmış, alacalı derisi yırtılmış, içi deşilmişti. Elbette bütün kuşkular kızın üzerinde toplanıyordu; oğlan küçük kızı şikayet etmek için ağlayarak babasının kucağına atılmıştı, tam o sırada sorgu başlıyordu.
İrene (Anne) yoğun bir kıskançlığa kapıldı. Çocular niçin bir sorunları olduğunda hep babalarına giderler de hiç kendisine gelmezlerdi? Öteden beri bütün sorunlarını ve şikayetlerinin babalarına açarlardı, o zaman kadar Anne de bu küçük dertlerden uzak kalmaktan hoşnutluk duymuştu, ama şimdi bu ilişkideki çocuklarının babbalarına olan sevgi ve güveni hissedip kıskanmıştı.
Bu küçük dava çok geçmeden karara bağlandı. Elbette kız önce gözlerini ürkekçe yere eğerek sesinde kendini ele veren bir titremeyle inkâr etti. Dadı aleyhinde tanıklık etti, küçük kızın öfkeyle atı pencereden atma tehdidini savurduğunu duymuştu. Kız boş yere bunu inkâr etmeye çabaladı. Ümitsizlikle hıçkıra hıçkıra küçük bir yaygara kopardı. Anne kocasına baktı, sanki orada kızını değil de kendi kaderi yargılanıyormuş gibi geldi; belki yarın o da sesinde aynı çatallanmayla, aynı şekilde titreyerek kocasının karşısında duracaktı. Çocuk yalanında ısrar ettiği sürece kocası bakışlarını yumuşatmadı ve kızı itiraz ettiğinde hiç öfkelenmeden adım adım onun direncini kırmaya başladı. İnkârı katı bir inada dönüştüğünde, onunla iyilikle konuşup, yaptığı işin belki gizli bir nedeni olduğunu ve böyle kötü bir şeyi, ağabeyini ne kadar üzeceğini düşünmeden öfke içinde yaptığı için bir ölçüde anlayış gösterebileceğini hissettirdi. Giderek kendinden kuşkuya düşen kızına, yaptığının anlaşılabilir, ama yine de eleştirilmesi gereken bir durum olduğunu öyle sıcak ve etkileyici bir dille açıkladı ki, çocuk sonunda bağıra bağıra ağlamaya başladı. Az sonra da gözyaşları arasında kekeleyerek nihayet itirafta bulundu.
Anne ağlayan kızını kucaklamak için hemen atıldı, ama çocuk onu öfke ile itti. Kocası da işaret ederek bu aceleci merhametten vazgeçmesi için uyardı, çünkü bu olayı cezasız geçiştirmek istemiyordu. Küçük olmakla birlikte çocuğu etkileyerek bir ceza verdi; ertesi gün gidilecek bir eğlenceye katılmasını yasakladı. Küçük kız haftalardır bunun hayalini kuruyordu. Cezasını ağlayarak dinledi; oğlansa güle oynaya zaferini kutlamaya başladı; fakat bu zamansız ve kindar kibir anında ona da bir cezaya mal oldu. Kardeşinin üzüntüsü karşısında sevinç gösterdiği için aynı eğlence ona da yasaklandı. Çocukların ikisi de üzgün, ama aynı cezayı paylaştıkları için avunarak odalarına çekildiler ve Anne kocasıyla baş başa kaldı.
Şimdi birden Anne, imalar yerine çocuğun suçunu konuşma maskesi ardında kendi itirafını yapmak için sonunda bir fırsat bulduğunu hissetmişti. Bir rahatlama duygusuna kapılarak, örtük biçimde günah çıkarıp merhamet dileyebileceğini düşündü. Çünkü Baba, annenin kızından yana çıkmasını olumlu karşılarsa, bunu kendinin savunma cesaretini göstermek için bir işaret kabul edebilirdi.
Kocasına “söylesene Fritz” dedi, “çocukları yarın eğlenceye göndermeyecek misin gerçekten de? Çok üzülecekler, özellikle de küçük. Yaptığı o kadar kötü bir şey değildi. Niçin bu kadar sert bir ceza veriyorsun? Küçük kızına acımıyor musun hiç?”
Kocası yüzüne baktı. Sonra rahatça oturdu. Konuyu ayrıntılı olarak ele almaya istekli görünüyordu ve Karısı hem rahatlatıcı hem ürkütücü bir önseziyle onun her sözcüğünü irdeleyerek tartışacağını hissediyordu. Kocasının muhtemelen kasıtlı olarak uzattığı suskunluğun sona ermesini sabırsızlıkla bekledi.
“Küçüğe acıyıp acımadığımı sordun değil mi? Cevabım, artık acımıyorum olacak. Çünkü bu zor gelse de, cezalandırıldığı andan itibaren içi rahatlamıştır. Asıl dün mutsuzdu, zavallı atı kırıp ocağa attıktan sonra evdeki herkes onu ararken, her an, her an bulunacağı korkusuyla yaşıyordu. Korku cezadan çok daha beterdir, çünkü ceza bellidir, ağır da olsa, hafif de, hiç bir zaman belirsizliğin dehşeti kadar, o sonsuz gerilimin ürkünçlüğü kadar kötü değildir. Kızımız da cezası kesinleşir kesinleşmez hafifledi. Ağlaması seni şımartmamamlı, bu sadece bir boşalmaydı, önceden baskı altında içinde duruyordu. İçte tutulan gözyaşları akıtılandan daha acıtıcıdır. O eğer çocuk olmasaydı veya içini en gizli noktasına kadar görme olanağımız olsaydı, inanıyorum ki aldığı cezaya ve döktüğü gözyaşlarına rağmen dün olduğundan daha hoşnut olduğunu görürdük. Oysa dün, görünürde kaygısızca ortalıkta dolaşıyordu ve kimse onu suçlamıyordu.”
Karısı başını kaldırdı. Kocasının her sözcüğüyle kendisini hedef aldığını sanıyordu. Ama kocası ona hiç dikkat etmeden, belki de yaptığı jesti yanlış anlayarak, daha da kararlı tonda devam etti.
“Bana inan, bu gerçekten böyledir. Bunu mahkemedeki davalardan da biliyorum. Sanıklar en fazla, gerçeği gizlemelerinin, her şeyin anlaşılacağı tehlikesinin ve bir yalanı sayısız saldırı karşısında savunmak zorunda olmalarının üzerlerinde yarattığı o dehşetli baskının eziyetini çekerler. Suçun da kanıtın da belki kararın bile çoktan hâkimin elinin altında hazır olduğu davaları izlemek korkunçtur.; eksik olan sadece itiraftır, o da sanığın içinde saklıdır ve ne kadar çekiştirse, zorlasa da bir türlü dışa vurulamaz. İtirafı, direnen etinin içinden bir kancayla yırtıp çıkarmak gerektiği için sanığın kıvranıp durmasını izlemek tüyler ürperticidir. Bazen yukarıda, gırtlağına yakın bir yerdedir, içeriden dayanılmaz bir güçle yukarı doğru itilir, sanık boğulacak gibi olur, neredeyse itiraf edecektir, o anda yine o karşı konulmaz uğursuz güce yenilir, o anlaşılması güç inat ve korkunun esiri olup itirafı gerisini geriye yutuverirler. Ve kavga yeniden başlar. …Aslına bakarsan hâlâ anlayamadığım şey, insanın tehlikesini bilerek bir suçu işledikten sonra itiraf etme cesaretini bulamayışıdır. İtirafı engelleyen bu basit korkuyu her türlü suçtan daha zavallıca buluyorum.”
“Sence… sence… insanları engelleyen şey, her zaman korku mudur? Acaba… acaba… utanç olmaz mı… herkesi önünde kendini ortaya koymanın… örtüsüz kalmanın utancı… olmaz mı?”
Kocası hayretle ona baktı. Karısından bir yanıt gelmesine alışkın değildi. Fakat söylediklerinden büyülenmişti.
“Utanç diyorsun, bu… bu da bir korku sadece… ama daha nitelikli bir korku… Cezadan değil de… evet anlıyorum…”
“Kabul ediyorum… İnsanlardan, yabancılardan utanmak… gazete haberlerinde başkalarının kaderlerini peynir ekmek gibi yiyip yutanlardan utanmak… olabilir… Fakat işte bu yüzden insan hiç olmazsa yakın hissettiklerine itirafta bulunmalıdır.”
“Belki de” dedi karısı, “belki de insan en büyük utancı … kendine en yakın hissettiklerine karşı duyar.”
“Yani sen.. sen.. Kızın suçunu bir başkasına itiraf etmesinin çok daha kolay olabileceğinin ileri sürüyorsun… Örneğin bakıcısına…”
“Bundan eminim… karşısında sen olduğun için… senin yargın onun için çok önemli olduğu için… onca direnç gösterdi… en çok… en çok.. seni sevdiği için…”
Kocası, “Belki… belki de haklısın… hatta kesinlikle… ne tuhaf… işte böyle bir şey hiç aklıma gelmedi… ne kadar basit oysa… Çok sert davrandım belki de… beni tanıyorsun, öyle olmak istemem. Şimdi hemen onun yanına gidiyorum… elbette eğlenceye katılabilir… ben sadece onun inadını, direncini cezalandırmak istemiştim… bir de bana güvenmeyişini… Fakat sen haklısın Karıcığım, bağışlayıcı olmadığımı düşünmeni istemem. … bunu hiç istemem.”
“Karar bozuldu,” baba birden neşelenmiş gibiydi. “Helen artık özgür, kendim hemen gidip haber vereceğim. Şimdi benden hoşnut musun? Yoksa başka bir isteğin daha var mı? Bak… işte… bugün keyfim çok yerinde … belki de tam zamanında bir haksızlığın farkına vardığım için. Bu insanı her zaman rahatlatır.”
(Bu uygun ortama rağmen kadın kocasına kendi özel durumunu, içinde bulunduğu korku dolu yaşamı o anda, itiraf etmekten, orada açıklamaktan KORKAR.)
Bir Yanıt
2712l4